Lübnanlı şair Nizar Kabbani (1923-1998) unutulmaz dizelerinde, “Ben Beyrut / Yüzüklerini, bileziklerini, gerdanlıklarını suda yitiren su kraliçesi / Ben, Akdeniz’in ayak altına düşen incisi / Ben, mitolojinin civayla zehirlenmiş mavi balığı / Ben, ilencin, şeytanların, korsanların, denizcilerini boğazlamak, hazinelerini yağmalamak üzere kovaladığı gemi” diyerek anlatmıştı ülkesini ve sevgili şehrini.
Bir zamanlar Ortadoğu’nun parıldayan turizm, kültür, eğitim ve eğlence kentiyken, yıllar süren iç savaşla harabeye dönen ve giderek savaşla, şiddetle, ölümle anılmaktan başka bir özelliği kalmayan Beyrut tam yaralarını sarmaya başlamışken, dünyanın gündemine bir kez daha yüzlerce ölüme yol açan liman patlamasıyla girdi ne yazık ki. Hem Doğu’nun hem Batı’nın renklerini barındıran çok kültürlü bir şehir iken, uzun süre savaş ve ölüm karanlığının egemenliğinde kaldı Beyrut. Başta edebiyat ve sinema olmak üzere Arap dünyasındaki önemli sanat merkezlerinden biriyken ve çok önemli sanatçılar yetiştirmişken, savaş tüm gelişmeyi durdurdu, tüm dengeleri altüst etti.
En genç sanat dalı olan sinema, tüm bu süreçte dünyaya olduğu gibi Lübnan’a ve Beyrut’a da ayna tuttu, ülkenin ve şehrin gerçekliğini farklı açılardan beyazperdeye yansıttı. İşte Lübnan iç savaşı, İsrail işgali ve Beyrut gerçeğini ele alan 15 seçkin film:
Kupa Finali (G’mar Gavia, 1991)
İsrail ordusu, Filistin Kurtuluş Örgütü, Hıristiyanlar ve Dürziler arasında yıllardır kanlı bir iç savaşın sürdüğü Lübnan’ın 1982’de işgal eder. İsrailli çavuş Cohen, dünya kupası maçlarını izlemek için İspanya’ya gitmeye hazırlanırken, maç biletleri bile cebindeyken, askere alınır. Kısa süre sonra bir subayla birlikte FKÖ’ye esir düşen Cohen, Beyrut’a doğru zorunlu olarak Beyrut’a doğru yola çıkar. Neyse ki naklen maç yayınları sırasında çatışmalar durmaktadır. Toplam yedi gün süren bu esaret öyküsünü yer yer mizahi, yer yer hüzünlü bir dille aktaran İsrailli yönetmen Eran Riklis, savaşların genelde birbirleriyle dostça sohbet edebilecek insanları karşı karşıya getirdiğini vurguluyor.
Riklis’in 2012’de çektiği “Zeytin” filminde de 1982’deki İsrail-Lübnan savaşına döndüğünü, İsrailli savaş pilotu Yoni’nin isabet alan uçağından paraşütle atlayarak Beyrut’ta bir mülteci kampının ortasına inmesiyle gelişen olayları anlattığını belirtelim.
Yaşamın Dışında (Hors la vie, 1991)
Gerek belgeselleri gerekse öykülü filmleriyle Lübnan sinemasının önemli temsilcilerinden biri olan Maorun Bagdadi, Beyrut’ta tutsak alınan Fransız gazete fotoğrafçısı Patrick Perrault’un yaşadıklarını aktarıyor. Beyrut’u bölüp parçalayan sonu gelmez iç savaşı görüntülemek amacıyla Lübnan’da bulunan Perrault, Batı’nın uzak ve öznel bakış açısını temsil etmektedir ve olan biteni bir türlü anlayamaz. Ancak rehin alındığında, kendisi bir savaş imgesine, tüm yaşamı ise uzun ve acımasız bir karanlığa dönüşecektir. Fransız radyo muhabiri Roger Augue’nin gerçek kaçırılış öyküsüne dayanan filmde Maourun Bagdadi, ülkesinin nasıl bir şiddet girdabına kapılmış olduğunu yansıtıyor beyazperdeye.
Batı Beyrut (West Beyrouth, 1998)
Quentin Tarantino’nun kameramanı olarak tanınan Ziad Doueiri, başrolü kardeşi Ramiz Doueiri’ye verdiği ve uluslararası festivallerde çeşitli ödüller alan filmi “Batı Beyrut”ta, küçük çocukların gözüyle 1975’te Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında başlayan iç savaşa bakıyor. Filistinlileri taşıyan bir otobüs saldırıya uğrar, yolcular katledilir, hızla gelişen savaşta Batı Beyrut Hıristiyanların kontrolüne geçer.
Dehşetin ortasındaki masumiyetin ve ilk gençlik heyecanlarının öyküsü olarak gelişen film, sıcak, samimi, gerçekçi ve yarı-politik bir çalışma olarak dikkat çekiyor. Kentler ve sinema ilişkisinde Beyrut’u özel bir yere yerleştiren “Batı Beyrut”, “film çekme” serüveni üzerine de iyi bir örnek.
Savaş Alanı (Maarek Hob, 2004)
Danielle Arbid imzalı film ergenliğe adım atan bir genç kızın gözünden Beyrut’taki iç savaşı ve bir ailenin çöküşünü öykülüyor. Seyirciyi 1983 yılının Beyrut’una götüren “Savaş Alanı”, 12 yaşındaki Lina’ya odaklanıyor, geleceği belirsiz bir ülkede “Savaş önce evde başlar, sonra bütün ülkeyi kirleterek yayılır” diyerek önce adeta zamanı durduruyor ve ardından gelen şiddet görüntüleriyle alabildiğine hızlandırıyor. Şiddetin günlük yaşamın parçası haline geldiği bir coğrafyada istemeden de olsa yetişkinlerin dünyasına adım atmanın kaçınılmazlığını vurgulayan Lübnan-Fransa-Belçika ortak yapımı “Savaş Alanı”, Paris’teki Arap Filmleri Bienali’nde büyük ödül kazanmıştı.
Mükemmel Bir Gün (A Perfect Day, 2005)
1969 Beyrut doğumlu iki yönetmen Joana Hadjithomas ve Khalil Joreige’nin imzasını taşıyan “Mükemmel Bir Gün”, bir anne ile oğlunun hayatlarının en kritik 24 saatinin kaydını tutarken, kendisini yeniden var etmeye çalışan Lübnan’daki iç savaşın travmalarını ele alıyor. Amcasının iç savaş sırasında kaybolan 17 bin kişiden biri olduğunu belirten Joreige, “Bu insanlar bir sabah evlerinden çıktılar ve bir daha dönmediler. Nerede bu insanlar? Beyrut yeniden yapılanma sürecinde olan küçük bir şehir, her yer kazılıyor ama daha hiçbir şey, hiç kimse bulunamadı. Filmimiz, kaybettiklerimizi ve onların hayaletlerini inkâr eden, artık hiçbir şey görmeyen, duyamayan, hissetmeyen insanlar haline gelip gelmediğimizi sorguluyor” diyor.
Falafel (2006)
İsrail’in 2006’da Lübnan’a saldırmasından kısa süre önce çekilen “Falafel”, ülkede 1975-1990 arasındaki iç savaşın gündelik hayatta yarattığı tedirginlik, tekinsizlik, güvensizlik hissinin aradan geçen uzun yıllara rağmen ortadan kalkmadığını anlatıyor. Bir gece boyunca süren film, 20’li yaşlardaki Tevfik’in Hollandalı kız arkadaşıyla keyifli bir gece geçirmek için gittiği partide işlerin çığırından çıkmasını anlatıyor. Silah gücüyle haksızlığa uğrayan genç adam, partiden önce uğradığı falafel büfesinde dinlediği hikâyenin de etkisiyle intikam almak için kolları sıvıyor. Filmin senaryosu ve yönetmenliği Michel Kammoun’a ait.
Beşir’le Vals (Wals Im Bashir, 2008)
İsrailli yönetmen Ari Folman’ın animasyon sinemasının yaratıcılığına dayanan ve görsel olanakların sınırsızlığını çok iyi kullanan filmi, 1982’deki İsrail-Lübnan savaşını ve sonrasında Filistin kampları Şabra ve Şatilla’da yaşanan katliamları anlatıyor. Folman, 1982’de İsrail ordusunun bir askeri olarak Lübnan’daydı ve İsrail kamuoyunun olan bitene kayıtsızlığı karşısındaki isyanını yıllar sonra bu filmle dile getirmişti. Bir kâbusla başlayıp olan biteni anımsamaya dayalı olarak ilerleyen “Beşir’le Vals”, dün ile bugünü iç içe geçiren kurgusuyla Lübnan’ın yakın geçmişine son derece sarsıcı biçimde bakan unutulmaz bir film.
Lübnan (Lebanon, 2009)
İsrail sinemasından, yönetmen Samuel Moiz’in kendi geçmişiyle ve vicdanıyla hesaplaşmasını içeren özyaşamsal bir öykü. İsrail’in 1982 Haziran ayında Lübnan’a ilk saldırısı sırasında geçen film, daha önce tanımadığı üç askerle birlikte görevli olduğu bir tankın içinde düşman topraklarda ilerleyen, üstelik klostrofobisi bulunan Shmulik adlı askerin yaşadıklarını anlatıyor. O güne dek şiddetle tanışmamış bu dört askerin giderek nasıl acımasız birer ölüm makinesi haline geldiğini sert ve gerçekçi bir dille aktaran film, korku ve hayatta kalma güdüsünün insana neler yaptırabileceğine odaklanıyor. Samuel Moiz’in şu sözleri çok anlamlı: “Savaştan döndüğümde annem ağlayarak, Tanrı’ya ve eve sağ salim dönmemi sağlayan herkese dua ve teşekkür etti ve boynuma sarıldı. Eve sağ salim dönmediğimin farkında değildi, aslında eve dönmemiştim bile. Benim Lübnan’da öldüğümün farkında değildi. Eve bu filmi yaparak dönebildim.”
Her Gün Bayram (Chaque jour est une fête, 2009)
Kadınlarla dolu bir otobüs, Lübnan’ın içlerindeki kurak ve bomboş bölgede yol almaktadır. Hapishaneye eşlerini, çocuklarını, kardeşlerini görmeye giden bu kadınları taşıyan otobüs, aniden görünmez bir nişancının tüfeğinden çıkan kurşunla durmak zorunda kalır, şoför vurulmuştur ve yolcular ne yapacağını bilmez haldedir. Kadınlardan biri, hapishanede gardiyan olan kocasına evde unuttuğu silahı götürmektedir.
Dima El-Horr’un ilk kez yönetmen koltuğuna oturduğu ve görsel başarısıyla dikkat çeken “Her Gün Bayram”, savaş sonrası Lübnan sinemasının sıra dışı örneklerinden biri ve Lübnan’daki huzursuz edici atmosferi etkileyici bir sinema diliyle yansıtan cesur bir fantezi.
1958 (2010)
Ghassan Salhab, Lübnan’ın savaş yorgunu insanlarını anlattığı “Phantom Beirut” (1998), savaş sonrası yeniden yapılanmayı öykülediği “Terra Incognita” (2002) ve Beyrut’ta geçen bir vampir öyküsü olan “The Last Man”in ardından yönettiği dördüncü filmde de ülkesinin yazgısına odaklanıyor. Filme adını veren 1958, hem yönetmenin doğduğu, hem de Lübnan’da iç savaşa uzanacak çatışmaların başladığı yıl. Filmin başlıca kahramanı olan annesi üzerinden anavatan, sürgün, göç, terk, kolonileşme, dil ayrılığı gibi konulara vurgu yapan Salhab, kişisel ve ulusal tarihin iç içe geçtiği filminde Beyrut’la ilginç bir “yüzleşme” gerçekleştiriyor.
İçimdeki Yangın (Incendies, 2010)
Kanada-Fransa ortak yapımı “İçimdeki Yangın”, annelerinin son isteğini yerine getirmek için Kanada’dan Lübnan’a giderek 1970’li yılların savaş ve şiddet dolu anıları içinde iz süren iki kardeşin öyküsünü ve keşfettikleri acı dolu gerçekleri anlatıyor. İç savaşın sonuçlarına en büyük bedeli ödeyen kadınlar ve çocuklar üzerinden şiirsel bir dille bakan, işkence olgusuna, nefretin sınırsızlığına ve insan doğasının direnme biçimlerine etkili dokunuşlar gerçekleştiren yönetmen Denis Villeneuve, Lübnan’ın ve Ortadoğu’nun “kaderi” konusunda çok büyük sözler sarf etmeden seyirciyi allak bullak eden bir anlatım tutturmayı başarıyor.
Dünya Bizim Değil (Alam Laysa Lana, 2012)
Mahdi Fleifel’in belgesel filmi, Lübnan’ın güneyindeki Ayn-ül Hilva mülteci kampında üç nesildir sürgünde yaşayan Filistinlilere, samimi ve mizah dolu bakışlar atarken, özel görüntü kayıtları ve fotoğraflar aracılığıyla da bir ailenin son 20 yılını izliyor. Amacının bir “aile ağacı” çizmek olmadığını, unutulanları anımsatmak ve toplumsal hafızaya nakşetmek olduğunu vurgulayan Fleife şöyle diyor: “Filistinliler, unuturlarsa yok olurlar. Tarih boyunca ve bugün mücadelemiz, görünür kalmak!”
Hakaret (L’insulte, 2017)
Yönetmen Ziad Doueiri bu kez Ortadoğu’da yaşanan sorun ve çatışmaların politik nedenlerinden çok günlük duygusal kökenlerini kurcalıyor. Beyrut’ta yaşayan Hıristiyan Tony ile Filistinli belediye görevlisi Yaser arasındaki basit bir tamir meselesinden yola çıkan Doneiri, Lübnan tarihinin karanlık noktalarına doğru ilerliyor. Anlaşmazlık önce kavgaya dönüşüyor, dava konusu oluyor, kamuoyunu ilgilendiren bir boyut kazanıyor. Ruhen bölünmüş Lübnan halkına, karşılıklı önyargılara ve hoşgörüsüzlüğe el atan film, kimin haklı kimin haksız olduğundan çok duygusal bütünleşmenin ve barış içinde bir arada yaşamanın olanaksızlığı üzerinde duruyor.
Beyrut (Beirut, 2018)
Brad Anderson’ın yönettiği film, 1980’li yıllarda Lübnan iç savaşı sırasında çapraz ateş altında kalan CIA ajanlarının, geride kalıp esir düşen arkadaşlarını kurtarmak için bölgeyi iyi tanıyan eski bir ABD’li diplomatı devreye sokmalarıyla gelişen olayları anlatıyor. Tipik Hollywood klişeleriyle ilerleyen film, 1972 Münih Olimpiyatları sırasında İsrail kafilesine yönelik saldırı ve rehin alma olayından Filistinli bir çocuğun evlat edinilmesine açılan yelpazede Lübnan gerçeğine bakmaya çalışıyor ve asıl olarak klasik “göreve dönüş” öyküsü üzerinde yükseliyor.
Kefernahum (Caernaum, 2018)
Oyunculuğunun yanı sıra 2007 yapımı ilk yönetmenlik çalışması “Karamel”le tanıdığımız, Oscar’a aday olan ilk Arap kadın yönetmen olan Beyrut doğumlu Nadine Labaki’nin filmi, kendisini dünyaya getirdikleri için anne-babasını mahkemeye veren bir çocuğun duruşma görüntüleriyle açılıyor.
Sonrası, Beyrut’un en yoksul mahallelerini mekân edinerek, korkunç bir yoksulluk, küçük yaşta zorla evlendirilen bir abla, evden kaçış, fahişelik yapmak zorunda kalan Etiyopyalı yasadışı göçmen bir kadının bebek sayılacak çocuğuna koruyuculuk serüveni olarak gelişiyor.
Leave a Reply