1900 yılında Paris’te düzenlenen Dünya Fuarı’nı ziyaret eden İran Şahı Muzaffereddin bir çadırda seyrettiği film gösteriminden öylesine etkilenir ki hemen bir kamera satın alır ve ülkesinde yedinci sanata dair ilk adımı atmış olur. Uzun süre “sinema” denilince akla kameraya kaydedilmiş görüntülerin geldiği İran’da ilk konulu film 1929’da çekilir ve 1950’lerde sayıları oldukça artmış yapımevleri sayesinde ulusal sinemanın silueti belirginleşmeye başlar. Şah Rıza Pehlevi döneminde kimliğini oluşturan, bugünkü Fecr Film Festivali’nin öncülü sayılan ve 1972’de başlatılan Tahran Uluslararası Film Şenliği’yle dünyaya açılmaya başlayan İran sineması, katı sansür yasalarına rağmen ilerlemesini sürdürür ve ilginçtir ki bu ilerlemede devlet desteğinin de önemli rolü vardır.
1960’ların sonları ve 1970’ler Türk ve İranlı sinemacıların işbirliğine gittiği, iki ülke sineması açısından da gayet verimli sonuçların alındığı yıllardır. Türkan Şoray, Zeynep Değirmencioğlu, Filiz Akın, Cüneyt Arkın, Kartal Tibet gibi çok popüler sanatçıların İran’a giderek filmlerde rol aldıkları ve deyim yerindeyse “Farslaştıkları”; Necla Fethi, Nasır Malek, Cihangir Gaffari gibi İranlı yıldızların da Türk filmlerinde kamera karşısına geçtikleri bu dönem her iki ülkedeki politik gelişmeler nedeniyle sona erer ve kalıcı izler bırakmaz.
1979’da İslam Devrimi’nin ardından ciddi bir durgunluğa giren İran Sineması, 1980’lerin ortasından itibaren uluslararası festivallerde boy göstermeye ve kısa sürede yıldız gibi parlamaya başlar. İran ruhu ve binlerce yıllık kültür birikimi masalıyla, şiiriyle, şarkısıyla beyazperdede dile gelmeye başlamıştır. Rengârenk bir çiçek, o güne dek görülmemiş biçimde açmaktadır adeta.
Toplumdan günlük yansımalar
Büyük salonun ortasındaki masada oturan adam, karşısındaki sandalyeye sırayla oturan kadınlı erkekli yüzlerce insana sorular yöneltmektedir. Yanında asistanı vardır. Bu sırada iki ayrı kamera konuşmaları kaydeder…
Sinema sanatının 100. yılı dolayısıyla çekilecek İran filmi için oyuncu ve figüran seçimi yapılmaktadır. Deneme çekimleri için gazeteye ilan verilmiş, tam 5 bin kişi başvurmuştur. Yönetmen adaylarla tek tek konuşurken, yavaş yavaş İran toplumu bir mikrokozmos halinde belirir karşımızda. İşçiler, aydınlar, öğrenciler, kadınlar, neden bu filmde rol almak istediklerini, beklentilerini, amaçlarını anlatırlar. Yönetmen, oyuncu adaylarının “içini” ve oyunculuk yeteneklerini görmeye çalışırken bizler de İran toplumunun derinliklerine dalar, tepki ve çelişkilerle yüzleşir, o muazzam kültürün günlük yansımalarıyla karşılaşırız.
Gerçekliğin masalsılıkla iç içe geçtiği, son derece yalın ama alabildiğine etkileyici, keyifli mi keyifli müthiş bir sinema serüvenidir bu. Üstelik sandalyeye oturan herkes filmde rol almıştır! Rol gereği ağlaması istenen ama bunu beceremeyince filmde rol alamayacağı söylenen, bunun üzerine moral bozukluğuyla ağlamaya başlayan kız bile “o filmin” oyuncusu olmuştur. Baştan sona her şey birebir gerçektir.
Kamerayla yazılan şiir
Seyircinin, tipik bir belgesel mi, hatta gerçekten basit bir deneme çekimi mi yoksa dört başı mamur bir kurmaca mı olduğuna bir türlü karar verememenin sarhoşluğunu yaşadığı, Muhsin Mahmalbaf imzalı bu film, yani 1994 yapımı Selam Sinema, son 25 yılın İran sinemasının harikulade bir özeti niteliğindedir. 1990’ların ortalarından itibaren uluslararası çapta büyük bir çıkış gerçekleştiren İran sinemasının öncülerinden Mahmalbaf, olgu ve kurgu arasında gidip gelerek, yaşamın sinemaya, sinemanın da yaşama karıştığı bölgeleri belirsizleştirmiştir. Biraz da İran sinemasının yeni kuşağı adına, “Baba, neden yalnız / uykuda düş görmeli” diye soran ölümsüz şair Furuğ Ferruhzad’a yanıt verir Mahmalbaf; “Ve yolda / kaval çalan adam / yürüyor / bulutlu dünyasında” diyen Nima Yuşiç’in sesini bir kez daha yankılandırır, ardındaki devasa şiirsel birikime dayanarak ve kuşağının hemen hemen her temsilcisi gibi, kamerasıyla şiir yazar. Sinema, “şark”ın günümüzdeki şiiridir ve bunun böyle olduğu en iyi İran filmlerine bakarak anlaşılabilir.
Hiçbir şeyi küçük görme!
“İran gibi totaliter, anti-demokratik bir ülkede sanatın, özellikle de sinemanın gelişmesi mümkün değildir” ya da “İran’da iyi bir film yapılması olanaksızdır” vb. yaklaşımları kısa sürede bertaraf eden İran sinemasındaki öykülerin genel karakteristiği, yaşama ve insana dair hiçbir şeyin küçük görülmemesi olarak tanımlanabilir. Bu tutumla ahenkli olarak karakterlerin küçük şeylerle mutlu olabilme özellikleri de ön plana çıkar ki “taklit” kavramının çok ilginç ve yaratıcı biçimlerde yeniden yoğrulması ile oyuncu-seyirci / gerçek-kurmaca formlarının baş döndürücü halde yeniden yorumlanmasına tanıklık ederiz. Çocuklar, kadınlar, gençler, aydınlar, köylüler, âşıklar, kaçakçılar ya da esnaf; Tahran, varoşlar, sınır boyları ya da küçük bir dağ köyü, her seferinde yeniden şaşırtan ve büyüleyen olgunluktaki bir sinema diliyle ele alınırlar. Her film, imaja değil gerçeğe dayanan, imajı reddedip gerçekliği yücelten sinemasal bir fetih harekâtıdır adeta.
“Fakat dünya bizi şaşırtmadı”
“İran Sineması / Geçmişi, Bugünü ve Geleceği” başlıklı kitabında (Agora Kitaplığı, Çev: Barış Aladağ-Begüm Kovulmaz, 2004), “İran sineması dünyayı çok şaşırttı, çünkü bizim kültürümüzün doğasının İslam Devrimi tarafından oluşturulduğuna karar vermişlerdi. Ülkemizin içinde bulunduğu kısıtlayıcı şartlar ve özgürleştirici bakış açımız birbirini tutmuyordu. Bu yüzden bütün dünya şaşırmıştı. Fakat dünya bizi şaşırtmadı. İzledik, içselleştirdik, onun sayısız ve gürültülü seslerini sindirdik; daha sonra da onları kendi bakış açımızdan geri yansıttık” diyen sinema tarihçisi Hamid Dabaşi, ileri teknoloji, milyonlarca dolarlık bütçe ve bilgisayar efektleri olmadan da “sinemada her şeyin mümkün olduğunun” anlaşıldığı İran’da günümüz yönetmenlerinin, 1950-1970’lerin modernist Fars şiirinin temsilcileriyle aynı etkiyi yarattığının altını çiziyor ve “Özünde sözel olan kültürümüz, sinemamızı güçlü bir sanat haline getiren bir görselliğe dönüştü… Sinema, ulusça gizlediğimiz umutlarımızı ortaya çıkardı” diye de ekliyor.
Zekâ ve deha
Bu olağanüstü dönüşümde, daha doğrusu çarpıcı kültürel-sanatsal devamlılıkta, Muhsin Mahmalbaf, Abbas Kiyarüstemi, Rahşan Beni-İtimad, Emir Naderi, Cafer Penahi, Behram Beyzai, Behman Fermanara, Bahman Gubadi, Daryus Mehruci, Hasan Yektapanah, Samira Mahmalbaf, Macid Macidi, Asgar Ferhadi gibi yönetmenler, karşılarında saygıyla eğilip şapka çıkartılacak isimler olarak öne çıkıyorlar.
Mayıs Kadını, Sarhoş Atlar Zamanı, Kirazın Tadı, Kafûrun Kokusu Yaseminin Rayihası, Rüzgâr Bizi Sürükleyecek, Karatahta, Belki Bir Başka Vakit, Arkadaşımın Evi Nerede, İki Düşünce Arasındaki Sessizlik, İki Bacaklı At, Cuma, Ofsayt, Cennetin Çocukları, Bir Ayrılık gibi filmler de “unutulmazlar” listelerimizde yer buluyorlar.
Başta Cannes, Venedik, Montreal , Berlin gibi uluslararası saygın film festivalleri olmak üzere, dünya sinemasının en nitelikli buluşma noktalarında sayısız ödül alan İranlı yönetmenler ve filmleri, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki İtalyan Yeni Gerçekçilik Akımı’nın yedinci sanata vurduğu damganın bir benzerini 90’lardan bu yana çok güçlü biçimde vura vura, yeni bir “sinema görkemi” yarattılar. Hemen yanı başımızda yepyeni bir “sinema şafağı” söktü; özgün, yenilikçi, rengârenk bir toplam oluştu. Üstelik sansürle boğuşa boğuşa ama sansürün varlığı hiçbir zaman bahane haline getirilmeyerek ulaşıldı bu sonuca. Devlet-Sinema ilişkisinin (Çin’le birlikte) en ilginç ve en verimli örneklerinden biri yaşanırken, açıkçası kötü-olumsuz karakterlere hemen hiç yer verilmeyen İran filmlerinde propaganda da yapıldı, eleştiri de… Romantizmi de gördük, zekâ ve deha örneği rejim eleştirilerini de.
1983’te devlet eliyle kurulan bir sinema merkezi (Farabi Sinema Kurumu) ve 38 yılı geride bırakan Uluslararası Fecr Film Festivali tarafından da örnek biçimde desteklenen İranlı sinemacıların ortak kamerası, dünyaya sükûnet, sabır ve anlam yaymayı önümüzdeki yıllarda da sürdürecek belli ki.
Bölgesel sinema işbirliği
Bu yıl 70. Berlin Film Festivali’nde “Şeytan Diye Bir Şey Yoktur” filmiyle Altın Ayı kazanan ve tıpkı beş yıl önce aynı ödüle değer görülen vatandaşı Cafer Penahi gibi İran yönetimiyle sorunları olduğu için festivale katılamayan Muhammed Resulof’un başarısı da gösteriyor ki sinema sanatı günümüzde İran’ın en önemli ihraç ürünlerinden biri olma özelliğini koruyor.
İran, geniş bir kesiminde Türkçe konuşulan, Tebriz ve Erdebil’de yaşayan Türk kökenli İranlı yönetmenlerin, Türk ve İran kültürlerini başarıyla harmanladıkları bir ülke. İki yıl önce,7-11 Aralık 2018 tarihleri arasından İstanbul’da düzenlenen “İran Sineması’ndan Türkçe Film Günleri”, dört uzun metraj, dört belgesel ve 13 kısa filmle çok zengin bir toplam çıkarmıştı karşımıza.
Gerek 1970’li yıllardaki işbirliği örneklerinin, gerekse iki yıl önceki ve benzeri etkinliklerin artmasının ve giderek bölgedeki Irak, Suriye gibi ülkelerin sinemacılarını da kapsar hale gelmesinin ne çok şeyi olumlu anlamda değiştireceğini düşünmek bile güzel.
Leave a Reply